TÜRK BORÇLAR
KANUNU KAPSAMINDA
SALGIN HASTALIĞIN
(COVID-19)
SÖZLEŞMELERE
ETKİSİ
I.
GİRİŞ
Dünyada
hızla yayılan ve Dünya Sağlık Örgütü tarafından “küresel salgın”
ilan edilen korona virüsü (COVID–19); Dünya Sağlık Örgütü tarafından 11
Mart 2020’de pandemi (salgın) kategorisine alınmıştır. Hukuki ve ekonomik
açıdan birçok sonucu olacağı kesin olan bu karar sonrasında hâlihazırda devam
etmekte olan sözleşmelere etkisini, sözleşmelerin ve sözleşmelerde mevcut
yükümlülük ve taahhütlerin akıbetini güncel bir sorun hâline gelmiştir. Yaşamı
birçok ülkede durma noktasına getiren ve adeta “sosyal felaket”
olarak nitelendirilen bu gelişme karşısında, birçok sözleşme ilişkisinin
çıkmaza girme riski bulunmaktadır.
Ülkemizde
de durumdan olumsuz etkilenen birçok sektör bulunmaktadır. Küresel salgından
olumsuz etkilenen birçok sektör, taraf oldukları sözleşmeleri geçici ya da
kalıcı olarak sonlandırma ya da değiştirme imkanları aramaktadırlar. Her
sözleşme ilişkisinin karşılıklı anlaşma ile sonlandırılması veya içeriğinin
değiştirilmesinin mümkün olmaması göz önüne alındığında, birçok uyuşmazlığı
beraberinde getireceği ortadadır. Bu
sebeple, tüm toplumun başına gelen “sosyal felaket” sonucunda, taraflarca
akdedilen sözleşme ilişkisinin sonlandırılmak veya sözleşme hükümlerinin
değiştirilmesinin istenmesi halinde, sözleşme taraflarının menfaat dengesini
gözeten Türk hukukunun bu noktada taraflara verdiği haklar yazımızda değerlendirmeye alınacaktır.
II.
TÜRK BORÇLAR KANUNU AÇISINDAN SALGININ
SÖZLEŞMELERE ETKİSİ
1. COVID-19
salgınının sözleşmelere etkisinin değerlendirilebilmesi için, öncelikle bu
olgunun nitelendirilmesi gerekmektedir. COVID-19 salgının, sosyal felaket
olarak nitelendirilebilecek bir olgu olduğu söylenmelidir. Sosyal felaket,
öğretide kabul edildiği şekliyle tüm halkı veya halkın büyük bir
çoğunluğunu etkileyebilecek nitelikte; savaş, deprem, salgın gibi sosyal
varoluşu sarsan bir değişiklik olarak ele alınmaktadır. Bu kapsamda, Dünya
Sağlık Örgütü tarafından pandemi (salgın) kategorisine alınan COVID-19’un
sosyal felaket niteliği taşıdığı söylenebilecektir.
2. Salgın
olarak adlandırılan COVID-19 koronavirüs hastalığı, başta olmak üzere, bu tür
olağanüstü olayların sözleşmeler bakımından iki olası etkisi düşünülebilecektir;
a. 6098
sayılı TBK madde 136’da düzenlenen “Mücbir sebep sonucu ifanın
imkansızlaşması” hali;
TBK madde 136’da ilgili Yasa düzenlemesi;
“Borcun
ifası borçlunun sorumlu tutulamayacağı sebeplerle imkânsızlaşırsa, borç sona
erer. Karşılıklı borç yükleyen sözleşmelerde imkânsızlık sebebiyle borçtan
kurtulan borçlu, karşı taraftan almış olduğu edimi sebepsiz zenginleşme
hükümleri uyarınca geri vermekle yükümlü olup, henüz kendisine ifa edilmemiş
olan edimi isteme hakkını kaybeder. Kanun veya sözleşmeyle borcun ifasından
önce doğan hasarın alacaklıya yükletilmiş olduğu durumlar, bu hükmün
dışındadır. Borçlu ifanın imkânsızlaştığını alacaklıya gecikmeksizin bildirmez
ve zararın artmaması için gerekli önlemleri almazsa, bundan doğan zararları
gidermekle yükümlüdür.”
şeklindedir.
b. 6098
sayılı TBK madde 138’de düzenlenen “İfanın imkansızlaşmaması ancak aşırı
ölçüde güçleşmesi” hali;
TBK madde 138’de ilgili Yasa düzenlemesi;
“Sözleşmenin
yapıldığı sırada taraflarca öngörülmeyen ve öngörülmesi de beklenmeyen
olağanüstü bir durum, borçludan kaynaklanmayan bir sebeple ortaya çıkar ve
sözleşmenin yapıldığı sırada mevcut olguları, kendisinden ifanın istenmesini
dürüstlük kurallarına aykırı düşecek derecede borçlu aleyhine değiştirir ve
borçlu da borcunu henüz ifa etmemiş veya ifanın aşırı ölçüde güçleşmesinden
doğan haklarını saklı tutarak ifa etmiş olursa borçlu, hâkimden sözleşmenin
yeni koşullara uyarlanmasını isteme, bu mümkün olmadığı takdirde sözleşmeden
dönme hakkına sahiptir. Sürekli edimli sözleşmelerde borçlu, kural olarak dönme
hakkının yerine fesih hakkını kullanır.”
şeklindedir.
TBK’da düzenlenen
her iki madde de tamamlayıcı hukuk kuralı olup taraflar arasında akdedilen
sözleşmelerde farklı çözümler getirmiş olmaları halinde öncelikle sözleşme
hükümleri uygulanacaktır. Bu nedenle ilk yapılması gereken taraflar arasındaki
sözleşme hükümlerine bakılmasıdır. Ancak taraflar arasında akdedilen sözleşmede
bu konuda bir hüküm bulunmaması hâlinde bahse konu yasa hükümleri devreye
girecektir.
A. SALGIN
HASTALIĞIN İFAYA ETKİSİ KONUSUNDA SÖZLEŞMEDE HÜKÜM BULUNMASI:
1.
COVID-19’un sözleşme ilişkisine
etkisinin tespit edilebilmesi için öncelikle sözleşmenin tüm hükümleri birlikte
değerlendirilmelidir. Zira, ancak bu şekilde taraflar arasındaki risk paylaşımının
nasıl yapıldığı değerlendirilebilecektir. Bu yapılırken ilk olarak, sözleşmede “mücbir
sebep” ve “uyarlama” hükümlerinin bulunup bulunmadığına bakılması
gerekmektedir. Bu tür hükümlerin yokluğu hâlinde de böylesi bir durumun riskine
kimin katlanacağının anlaşılması için somut sözleşme ilişkisindeki tüm verilerin
değerlendirilmesi, sözleşmenin bütününün bu şekilde yorumlanması ve sonrasında da
Türk Borçlar Kanunu hükümlerinin sözleşme ilişkisine ne şekilde uygulanacağının
tespit edilmesi gerekmektedir.
2.
Özellikle uzun süreli ticari
sözleşmelerde sıklıkla kullanılan mücbir sebep ve uyarlama hükümlerinin
COVID-19 nedeni ile ileri sürülmesi muhtemeldir. Uyuşmazlıkların çözümü
noktasında, bu hükümlerin yorumu önem arz etmektedir. Nitekim bazı durumlarda
kavramlar arasındaki sınırların sözleşmelerde kaybolduğunu da belirtmek
gerekir. Bazı sözleşmelerde yer alan mücbir sebep hükümlerinde genelde uyarlamaya
bağlanan sonuçları görmek mümkündür. Sözleşmede yer alan mücbir sebep hükmü,
eğer sözleşmenin uyarlanmasına ilişkin özellikler taşıyor ise, bir uyarlama
hükmü olarak dikkate alınacağından bu noktada hükmün isimlendirilmesi önem
taşımamaktadır.
B. SALGIN
HASTALIĞIN İFAYA ETKİSİ KONUSUNDA SÖZLEŞMEDE HÜKÜM BULUNMAMASI:
1.
Tarafların sözleşmelerinde mücbir
sebep veya uyarlama hükmü yoksa COVID-19 nedeni ile borcunu ifa etmekte güçlük
yaşayan kişiler bakımından Türk Borçlar Kanunu’nda yer alan “madde 117 borçlu
temerrüdü”, “madde 136 borçlunun sorumlu olmadığı imkânsızlık”
ve “madde 138 aşırı ifa güçlüğü” düzenlemeleri gündeme
gelecektir. Bilindiği üzere salgın hastalık olarak tabir edilen COVID-19;
borçlunun sorumlu olmadığı, onun etki alanından kaynaklanmayan bir durum
sayılacağından, borçlunun sorumlu olduğu ifa imkansızlığı kural olarak gündeme
gelmeyecektir. Bununla birlikte, eğer sözleşme COVID-19’un öngörüldüğü veya
öngörülmesinin beklenebileceği bir zaman diliminde akdedilmişse ve borçlu
borcunu ifa edemez duruma düşerse, alacaklı borçlunun sorumlu olduğu ifa
imkansızlığını da ileri sürebilecektir. Bu durumda, borçlunun zararı tazmin
etmek zorunda kalacağı söylenebilecektir.
2.
Mücbir sebep hâllerini de kapsayan, “borçlunun
sorumlu olmadığı ifa imkansızlığı”nın düzenlendiği TBK md. 136 hükmü;
”(1) Borcun ifası borçlunun sorumlu
tutulamayacağı sebeplerle imkânsızlaşırsa, borç sona erer.
(2)
Karşılıklı borç yükleyen sözleşmelerde imkânsızlık sebebiyle borçtan
kurtulan borçlu, karşı taraftan almış olduğu edimi sebepsiz zenginleşme
hükümleri uyarınca geri vermekle yükümlü olup, henüz kendisine ifa
edilmemiş olan edimi isteme hakkını kaybeder. Kanun veya sözleşmeyle borcun
ifasından önce doğan hasarın alacaklıya yükletilmiş olduğu durumlar, bu
hükmün dışındadır.
(3)
Borçlu ifanın imkânsızlaştığını alacaklıya gecikmeksizin bildirmez ve
zararın artmaması için gerekli önlemleri almazsa, bundan doğan zararları
gidermekle yükümlüdür”.
şeklindedir.
Nitekim, Yargıtay’ın birçok kararında “salgın hastalıklar” birer mücbir
sebep hâli olarak kabul etmiştir. Buna ilişkin, Yargıtay Hukuk Genel
Kurulunun 27.06.2018 tarihli, 2017/90E. ve 2018/1259K. sayılı kararı;
“Mücbir
sebep, sorumlu veya borçlunun faaliyet ve işletmesi dışında meydana gelen,
genel bir davranış normunun veya borcun ihlâline mutlak ve kaçınılmaz bir
şekilde yol açan, öngörülmesi ve karşı konulması mümkün olmayan olağanüstü
bir olaydır. Deprem, sel, yangın, salgın hastalık gibi doğal afetler
mücbir sebep sayılır”.
şeklinde olup,
salgın hastalıkların mücbir sebep kapsamında sayılacağı vurgulanmaktadır.
3.
Aynı şekilde, Yargıtay 9. Hukuk
Dairesinin 20.11.2018 tarihli, 2016/14140E. ve 2018/21011K. sayılı kararı;
“İşçiyi
çalışmaktan alıkoyan nedenler, işçinin çevresinde meydana gelmelidir. İşyerinden
kaynaklanan ve çalışmayı önleyen nedenler bu madde kapsamına girmez. Örneğin
işyerinin kapatılması zorlayıcı neden sayılmaz (Yargıtay 9.HD. 25.4.2008 gün
2007/16205 E, 2008/10253 K.). Ancak, sel, kar, deprem gibi doğal olaylar
nedeniyle ulaşımın kesilmesi, salgın hastalık sebebiyle karantina uygulaması
gibi durumlar zorlayıcı nedenlerdir”.
şeklinde olup,
salgın hastalık sebebiyle karantina uygulaması gibi durumların zorlayıcı
nedenler olduğu belirtilmektedir. Yargıtay kararlarından da anlaşılacağı
üzere, salgın hastalık sebebiyle karantina uygulaması gibi durumlarda idari
makamlarca alınan; işletmelerin kapatılması veya ulaşım engeli gibi kararların,
bunlara maruz kalan işletme açısından mücbir sebep hâli olacağı tartışmasızdır.
Ancak ekonomik durumdaki bozulmanın tek başına kendisinin mücbir sebep hâli
olduğunu ileri sürmek ise her zaman kolay olmayacaktır. Örneğin; kira bedeli
ödeme borcunun, TBK md.138’in şartlarının mevcut olması halinde
uyarlanabileceği dikkate alınmalıdır.
4.
Söz konusu, TBK md.136 hükmünde
düzenlenen durumun esasen kalıcı imkânsızlık hâli olduğu ve sonucunun borcun
sona ermesi olduğu bilinmektedir. Oysa ki, COVID-19’un özellikle kira gibi uzun
süreli sözleşme ilişkilerine etkisi yüksek ihtimal kalıcı imkânsızlık hâli
değil, geçici imkânsızlık hâli olacaktır. Burada, borcun ifasının sürekli
biçimde değil, geçici biçimde zorlaşmış veya imkansızlaşmış sayılabileceği
gündeme gelecektir. Bu durumda ise, ifa imkansızlığının mı yoksa geç ifanın mı (borçlu
temerrüdü) söz konusu olduğu tartışılabilecektir.
5.
Türk Borçlar Kanunu’nda geçici ifa
imkansızlığına ilişkin bir düzenleme bulunmamaktadır. Bu hususta öğretide birçok
görüş olmakla birlikte; bir görüş, geçici imkânsızlığın borcu sona erdirmediği,
ilke olarak borçlu temerrüdüne yol açtığı yönündedir. Diğer bir görüş ise, geçici
imkânsızlık halinde, tarafların farazi iradelerine de uygunsa, ifa tarihinin
imkânsızlığın ortadan kalkmasına kadar ertelenmesini savunmaktadır. Nitekim,
Yargıtay da bu görüşü desteklemektedir. Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun
28.04.2010 gün ve 2010/15-193-235 sayılı kararı sonrasında, Yargıtay
kararlarında geçici imkânsızlık durumunda aşağıdaki esaslar kabul edilmektedir.
Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 28.04.2010 tarihli, 2010/15-193E. ve 235K.
sayılı kararı;
“İfa
imkânsızlığı borcu sona erdiren nedenlerdendir. Gerçekten BK. md. 117/1'e göre
" borçluya isnat olunamayan haller münasebetiyle borcun ifası mümkün
olmazsa borç sakıt olur". İfa imkânsızlığı ortaya çıkış nedenlerine göre
bazı ayırımlara tabi tutulmaktadır. Bu ayırımlardan birisi de objektif
imkânsızlık (daimi imkânsızlık)-geçici imkânsızlık ayırımıdır. Şayet ifa
imkânsızlığı sadece sözleşmenin tarafları bakımından değil, herkes için söz
konusu ise buna objektif imkânsızlık denilmektedir.
Objektif
imkânsızlıkta sözleşme esasen BK. md.20 uyarınca butlanla batıldır
(geçersizdir) ve ayrıca feshi gerekmez. Hâlbuki geçici imkânsızlıkta akdin
ifası (icrasının istenmesi) bir hadisenin gerçekleşmesine bağlıdır. Ancak o
hadise tahakkuk ederse akdin icrası istenebilir. (…) Şüphesiz geçici
imkânsızlığın varlığı, beraberinde tarafların bu sözleşmeyle ne kadar süre
bağlı kalacakları sorununu getirir. Bu konudaki kural "ahde vefa=söze
sadakat" ilkesi gereği tarafların sözleşmeyle bağlı tutulmasıdır. Ancak
bazı özel durumlar vardır ki, tarafları o sözleşmeyle bağlı saymak hem onların
ekonomik özgürlüklerini engeller, hem de bir başkası ile sözleşme yapma
fırsatını ortadan kaldırır.
Uygulamada,
geçici imkânsızlık halinde tarafların o sözleşmeyle bağlı tutulma süresine
"akde tahammül süresi" denilmektedir. Bu sürenin gerçekleşip
gerçekleşmediğini de her somut olaya göre ve onun çerçevesinde değerlendirmek
gerekir”.
şeklindedir. Yargıtay,
geçici imkânsızlık durumunda, tarafların bir süre daha sözleşme ile bağlı
kalmasını kabul etmiş, “akde tahammül süresi”nin beklenmesini, ancak bu
süre sonlanmış sayılırsa sözleşmenin artık bağlayıcı olmadığı yönünde görüş
oluşturmuştur. Akde tahammül süresinin de her somut olayda ayrı ayrı
tespit edilmesi esası kabul edilmiştir. Bu kapsamda, COVID-19’un sözleşmeden
doğan borçlara etkisi geçici imkânsızlık kapsamında ele alınırsa, uyuşmazlık
hâlinde “akde tahammül süresinin” her somut olayda
belirlenmesi gerekecek, bu süre bittikten sonra borçlu borcundan
kurtulabilecektir.
6.
Geçici imkânsızlık konusunun Türk
hukukunda oldukça tartışmalı olduğu ve de sürecin nasıl ve ne zaman
sonlanacağının da henüz bilinmediği göz önüne alınırsa, COVID-19 sürecinden
etkilenen sözleşmelerden doğabilecek olası uyuşmazlıklara geçici imkânsızlık
kurumunun uygun olup olmadığını söyleyebilmek için zamanla gelişen duruma
bakılması gerekmektedir. Zira, yukarıda açıkladığımız üzere Türk Borçlar
Kanunu’nda düzenlenen imkânsızlık kurumunun sonucu kural olarak borcun sona
ermesi olduğu için sözleşme ilişkisi tasfiye sürecine girme riskini taşımaktadır.
Sözleşmenin sona ermesi ise özellikle uzun süreli sözleşmeler bakımından her
zaman en ekonomik çözüm olmayacaktır. COVID-19 ile ilgili risk azaldığında veya
tamamen ortadan kalktığında sözleşme taraflarının menfaatinin sözleşmenin
devamı yönünde olduğu birçok sözleşme mevcuttur. Bu nedenle sözleşmenin
uyarlanmasının düzenlendiği TBK md.138 hükmü daha uygun bir çözüm sunabilecektir.
Her edimin özellikle de para borcunun imkânsızlaşmadığı da göz önüne alındığında,
birçok olayda ifanın güçleşmesinden bahsetmek daha doğru olabilir. Bu nedenle
de TBK md.136’nın uygulanamadığı olasılıklarda, TBK md.138 elverişli bir çözüm
sunacaktır.
7.
6098 Sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun “Aşırı
İfa Güçlüğü” başlığını taşıyan 138.maddesi ile sözleşmenin uyarlanması
kurumu yasal bir zemine kavuşturulmuştur. Bu hükümde:
“Sözleşmenin yapıldığı sırada taraflarca
öngörülmeyen ve öngörülmesi de beklenmeyen olağanüstü bir durum, borçludan
kaynaklanmayan bir sebeple ortaya çıkar ve sözleşmenin yapıldığı sırada mevcut
olguları, kendisinden ifanın istenmesini dürüstlük kurallarına aykırı düşecek
derecede borçlu aleyhine değiştirir ve borçlu da borcunu henüz ifa etmemiş veya
ifanın aşırı ölçüde güçleşmesinden doğan haklarını saklı tutarak ifa etmiş
olursa borçlu, hâkimden sözleşmenin yeni koşullara uyarlanmasını isteme, bu
mümkün olmadığı takdirde sözleşmeden dönme hakkına sahiptir. Sürekli edimli
sözleşmelerde borçlu, kural olarak dönme hakkının yerine fesih hakkını
kullanır”.
şeklinde olup, ahde
vefa ilkesinin bir istisnası olarak bu madde hükmü düzenlenmiştir. İşbu madde
hükmünün uygulanabilmesi ve sözleşmenin değişen koşullara uyarlanmasının
şartları şu şekilde sıralanabilecektir;
1.
Sözleşmenin yapıldığı
sırada, taraflarca öngörülmeyen ve öngörülmesi de beklenmeyen olağanüstü bir
durum ortaya çıkmış olmalıdır.
2.
Bu durum borçludan
kaynaklanmamış olmalıdır.
3.
Bu durum, sözleşmenin
yapıldığı sırada mevcut olguları, kendisinden ifanın istenmesini dürüstlük
kurallarına aykırı düşecek derecede borçlu aleyhine değiştirmiş olmalıdır.
4.
Borçlu, borcunu henüz ifa
etmemiş veya ifanın aşırı ölçüde güçleşmesinden doğan haklarını saklı tutarak
ifa etmiş olmalıdır.
Mücbir
sebep bir ifa etmeme ve imkânsızlık sorunu iken TBK md.138 hükmü, ifa sürecinde
karşılaşılan ve ifayı imkânsız kılmayan ancak zorlaştıran bir engel söz konusu
ise uygulanabilecektir.
8.
Sözleşmenin kurulması anında
COVID-19’un öngörülebilir olup olmadığı, daha doğru bir ifade ile COVID-19’un
her bir sözleşmeye etkisinin öngörülebilir olup olmadığı da olası
uyuşmazlıklarda tartışma konusu yapılabilecektir. Zira, her sektör bu durumdan
olumsuz etkilenmemektedir. Nitekim, sözleşmenin uyarlanması öncesinde sözleşme
taraflarının bir araya gelip sözleşmelerini yeniden müzakere için adım atmaları
dürüstlük kuralının bir gereği olarak da kabul edilmektedir. Tarafların
sözleşmelerini yeniden müzakere etmeleri, COVID-19’un sözleşmelerine olası
etkilerine birlikte çözüm aramaları halinde, sözleşmenin yeniden müzakeresinin
hem hukuken hem de ekonomik olarak birçok olumlu sonucu bulunacaktır. Bu
noktada, sözleşmelerin kurulmasından sonra ortaya çıkan durum değişikliğinin “riskli
sözleşmeler”e etkisinin farklı olduğu da söylenebilecektir. Zira, riskli
sözleşmelere örnek olarak; teminat sözleşmeleri, sigorta sözleşmeleri, gelir
paylaşımlı inşaat sözleşmeleri verilebilecektir. Riskli sözleşmelerin
uyarlanması doktrinde oldukça tartışmalı bir konu olmakla birlikte ve TBK md.138
gereğince uyarlanmaları zordur. Buna rağmen risk eşiği olağanüstü aşılmışsa,
yine de gündeme gelebilecektir.
III.
SONUÇ:
1. Küresel
salgının söz konusu olduğu durumlarda; öncelikli olarak mücbir sebep ve
uyarlamaya ilişkin sözleşmelerde hüküm olup olmadığına bakılması gerekmektedir.
Tarafların sözleşmelerinde, salgın hastalığın varlığı halinde mücbir sebep veya
uyarlamaya ilişkin hükümler mevcut ise çözüm ilk olarak bu hükümler
doğrultusunda aranabilecektir. Bu tip hükümlerin varlığı hâlinde hükümde salgın
hastalık ile ilgili bir belirleme yapılıp yapılmadığına da dikkat edilmesi
gerekmektedir. Zira, sözleşme hükmünde açıkça yazmasa bile sözleşmenin yorumu
ile de böyle bir sonuca varılabilecektir.
2. Sözleşme
taraflarının, küresel bir salgının varlığı halinde sözleşme hükümlerini
düzenlerken ahde vefa ilkesi temel almaları ve bu doğrultuda dürüstlük kuralına
uygun bir şekilde hareket etmeleri gerekmektedir. İfası mümkün olan bir borcun
ifa edilmesi, ahde vefa ilkesinin gereğidir. Ancak aşırı ifa güçlüğü ile
ilgili TBK md.138’de sözleşmenin değişen koşullara uyarlanması imkânı
tanınmaktadır. COVID-19, sözleşmenin kurulmasından sonra ortaya çıkabilecek
öngörülemez, olağanüstü değişiklik sayılabilecektir. Fakat, her sözleşme
ilişkisine etkisi aynı olmayacaktır. Burada önemli olan, sözleşmenin
kurulmasından sonra ortaya çıkan olağanüstü değişikliğin “sözleşmeye
etkisinin öngörülemezliğidir”. Bu etkiyi öngöremeyen ve
kendisinden ifanın dürüstlük kuralı uyarınca beklenemediği sözleşmenin mağdur
tarafı, sözleşmenin uyarlanması hakkına sahip olabilecektir.
3. COVID-19’un
etki ettiği sözleşmelere TBK md.136 ve TBK md.138 hükümlerinin uygulanması
ihtimali de söz konusu olup; uyuşmazlık boyutunda TBK md.136 uyarınca
sözleşmenin imkânsızlık nedeni ile sona erdiğini taraflardan biri ileri sürebilecektir.
Ancak bu durumda geçici imkansızlığın söz konusu olduğunu ve Yargıtay
uygulamasında kabul edilen “akde tahammül süresi”nin dolmadığı savunması
ile karşılaşabilecektir.